“Namaz ve kadın” diye bir bahis açmak, neresinden baksanız, ürkütücüdür. Yaklaşık 15 yıldır bilgisayarımın “bir gün gelir, yazılır” klasöründe “namazı kadın gibi sevmek” başlığı bu ürküntüyle bekledi. Başlığı İbn Arabî’nin Füsûs okumalarıyla derinleşen dumanlı gecelerin birinin sabahında atmıştım zihnime. Şeyh-i Ekber, insanın kokuya ve kadına doğru akışını, Rabbine doğru akışın paraleline koyarak tefekkür ediyordu. “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi...” hadisine göre, koku da, kadın da, namaz da Rabbe akışın duraklarıydı. Öyle ya; güzel koku ve kadın insana kendinden ötesini vaad eder; koku da, kadın da olduklarından fazladırlar her zaman. Ancak hadiste öteleri vaadin ille de namazda kristalleştiğini görürüz; Resûlullah (sas) namazı bir kenara ayırmış ve onu “gözümün nuru” diye nitelemiştir. Göz ki, her zaman kendi sınırları içine sığdırılamayacak bir edim içindedir; görmek ister. Işığa tutunur her daim; ışıktan ellerini uzaklara, ötelere atar sürekli. Kapatamazsınız gözü; fiziksel olarak uyum içinde olsa da, göz kapağının ardında kalmaya razı edemezsiniz. “Göz nuru” gözün gördüklerinin ötesine çağırır bizi. Gözün elinden tutar nur, ötelere taşır/ır. İtiraf etmeliyim ki, “kadın” deyince benim aklıma da ilk olarak “eş/sevgili” gelmişti. Sonradan fark edecektim ki, “kadın” kız çocuğumuzdur da, kız kardeşimizdir de, anamızdır da. Önce benzetmenin en nazik boyutunu, “eş/sevgili” olarak “kadın”ı açayım. Varlığında da, yokluğunda da çekimindeyizdir eşin/sevgilinin. Yokken onu ararız, bulduğumuzda da ona varırız. Namazla aramızdaki ilişkide de böylesi bir arayış/buluş/varış titreşimi vardır. Namaz kılmıyorsak bile, namazın kokusu her an yanımızda yöremizde dolaşır; her ezan sesi bizi tembelliğimizden ayartır. Onu bulduğumuzda da, gidiş gelişlerimiz bitmez, salınımlarımız durulmaz. Vakti gelince onun dizi dibinde oluruz ama vakit aralarında da onun etrafında dolanırız. Gözümüze yabanlıklar girse de, kalbimizi başka türlü hasretler çekiştirse de, sonunda onun kucağına varırız, hasretimizi onun yüzünde yatıştırırız. Namazla ilişkimizin sığlığı/derinliği de kadınla ilişkimiz üzerinden anlaşılabilir. Eşimizle ilişkimizin bir görünür ve görünmez yanları vardır. Görünür yanında, onun eşimiz olduğunu herkese ilan ederiz. İlişkimizin mahrem/derin yanını kimseler bilmez; kimseler ölçemez, kimseler görmez. Birini namaz kılarken görüntüleyebilirsiniz; bir kalıp içinde durur namazda insan. Secde, secde gibi görünür herkeste, rükû da rükû gibi... Ancak, secdenin kalıptan içeri nasıl sızdığını kimseler göremez; kalbin secdeye varışını kimse kalıba dökemez. Orası mahremdir, gizli saklıdır; içine doğru açılır insanın. Rükûların cismi eğerken, ruhu nasıl doğrulttuğu resmedilemez; görüntüye gelmez. Namaz, eşimiz gibi görünenin altında görünmeyeni besler ve büyütür. Namazın günün belli vakitlerinde bizi köşeye çekmesi de kadınsı bir edâ saklar içinde. Gündelik telaşlar içinde koşuşturan, kendince öncelikler içinde boğulan, hızın ve hazzın sığlığında savrulan erkeği, kadını zaman zaman köşeye çeker; “Bir konuşsak!” der. Namaz da biraz öyle değil mi? Yangınlarımızın söndüğü, telaşlarımızın durulduğu sakin bir köşede bekler bizi. Namazla aramızda, ana-çocuk gibi, asimetrik bir ilişki vardır; karşılık beklemez bizden. Yanında olmamız için şart koşmaz. Belki biz haylazlığımızdan onu terk ederiz ama onun bizi terk ettiği vaki değildir. Dönüşümüzü bekleyen hep o olur. Kırıklarımızı yüzümüze vurmaz; eksiğimizle ayıplamaz bizi. Acizliğimizi bilir; elimizden bir şey gelmemesi daha çok hoşuna gider gibidir. Fakrımızı bilir namaz, elimizde bir şey olmadığını herkesten çok o görür. Biz ağladıkça, bize verdiği artar. Biz acıktıkça, bize sunduğu çoğalır. Bedenimizle varırız namaza; ama o ruhumuzu da sarıp sarmalar. Bedenimizden sâdır olan cümle günahları hiç tiksinmeden temizler, hiç yüksünmeden aklar. Kızımız gibidir de namaz. Gözlerinde umutlar saklar, saçlarında sonsuz şefkatin nesimini besler. Göründüğünden büyüktür, yüzünün kıvrımlarında ummadığımız mutluluklar besler. Bizi bizden sonrasına taşır; bizi varlığımızdan fazlasıyla karşılar, sevindirir, kucaklar. Her kadının masum bir bebeğe/temiz bir nefese sancısı, her çiçeğin güzel bir kokuya heveslenmesi/zarif bir dokuyla görünmesi, her kıyamın/selamın bin günahı er/itmesi gibidir namaz.
31 Aralık 2007 Pazartesi
BURADAN BİR YERE YOL YOK
yolcunun ayak izi bellidir
-kimdir bu yolunu yitiren, bu bilinmeyen yol-
ne kat ediyor?
bu yolculukta, bu yolda ne arıyor o?
bu çölden arzu kentine bir yol var mı?
-sevginin ak kucağında
tanrısının seher yağmuruyla el yüz yıkayan kente
şu andan itibaren ezelin
aşk mehtabının eteğinde
rahat uyuyan şehre
alemin efsanesinin güzel kötü bir şehrine
hayal parmağı onun güzel çehresinden sildiği
nerede? ey yolunu yitiren yolcu
-gel dön
bu çölde kimseye aşina değil bir şey ölümden başka,
harmandan başka
gel, dön artık, ey yol garibi!
görmüyor musun orada
-kuru tek ağacın sığınağında
zırh garip kalmış, sessiz yolcu öldü
ve soğuk gözlerinde
-müphem ve hayran bakışında
binlerce umut goncası saçıldı.
Görmüyor musun hasretten
“Behrami avının kemendi atıldı”
ve ecelin elindeki bir elle
-şu kuru tek ağaçta
bu yolu kat eden herkesin yazgı sözü kazındı:
“ben kat ettim bu çölü, ne Behram, ne Güreş.”
Nerede ey yolunu yitiren yolcu
*Bu şiir “Garip Yolcu [Yola Batan]” adıyla da bilinir.(ALİ ŞERİATİ)
HAYAL ETTİĞİN MÜDDETÇE
Ömrünün bir yarısı "rüya"sını kurmakla, öbür yarısı çatlayan rüyayı tamir etmekle geçer insanın. Hayat sergisinin en trajik ve en kalıcı fotoğrafları, muhteşem "yapma"ları ve şeytanca "yıkma"ları gösteren karelerdir.
Baharın ve hazanın fotoğrafları... Birileri hep baharın işçisidir, ötekiler karakışın ve karanlığın.Ve hakikatin parıldayan yüzü: "İnsan yeryüzüne dünyayı güzelleştirmek üzere gönderilmiştir." Dünya durdukça bahar işçilerinin "yapma" ameliyesi sürecektir.
Bu, çatlayan ne ilk rüya ne de son...
Hayat, her sabah "yeniden başlama" aşkıyla anlam kazanıyor. Her sabah yeni bir rüya ile uyanmakla... Ebedi bir rüyanın peşine düşmek ve sarsıldıkça yeniden doğrulmak, düştükçe toparlanıp kalkmak sonra yeniden, yeniden tazelenen bir aşkla sarılmak hayata ve hülyaya... Ne güzel! Istırapların beslediği adam Dostoyevski: "Hayatı sevmeyi ancak acı çekerek öğrenebiliriz." Hayatı ve aşkı ve kurduğumuz rüyayı ancak acı çekerek ölümsüz kılabiliriz, bedelini ödeyerek yaşatabiliriz onları. Biz de, baharın ve aşkın salikleri, acıların içinden geçtikçe çoğalır, olgunlaşırız. Şöyle buyurur "kendisi ile savaşanlar"dan biri olan Hölderlin: "Istıraba adım atan kimse, yükselir."
Hülyasız yaşamak mı yoksa acıların, yıkılışların içinde bile gün hazinesi bir rüyanın parıltısını görmek mi? Peşine düşeceği bir hayali olmamanın ve yalnız yaşanan günlerin gel-giti içinde kaybolmanın ölümden farklı ne anlamı var? Ebedi bir yok oluşu mu istersin ey gönlüm; yoksa cehennemde bile olsa yaşamayı mı? Elbette yaşamayı... Cehennem bile olsa, bir gün oradan kurtulma umuduna tutunarak yaşamayı... Dimitri Karamazov, o suçsuz mahkum, zincirlerine rağmen, ciğerlerinin olanca kuvvetiyle haykıracaktır: "Sırf şunu söyleyebilmek, yalnızca "Varım" diyebilmek için bütün acılara katlanacağım. Sehpa üzerinde ne kadar acı çekersem çekeyim, "var olduğumu" biliyorum; bir kadırga üzerinde ayağımda zincirlerle kürek çekerken bile hiç değilse yaşarım ve yaşadığımı, var olduğumu bilirim."
Yaşamak, bir "hülya" ile anlam kazanır ancak. İçine doğulacak ve peşinden gidilecek bir hülya ile... Hayat, içine sığdırdığı hülyalar kadar derin ve değerlidir. Hülyası olmayanın hayatı da yoktur aslında. Anlamlı, iz bırakacak bir hayatı yoktur. Hayalinin perdeleri kapandığı gün ölür insan. Dünyayı ve olup biteni görünen haliyle kabullenir, aşkın bir hayatı, başka dünyaları özlemezse tükenişi, yok oluşu, adsız bir hayatı seçmiş demektir.
Şu ne kadar açık, ne korkutucu: Adsız bir hayat sürmemizi istiyorlar bizim... Hayal kurmayı unutturmak istiyorlar. Muktedirlerin en korkulu rüyası, hayalleri olan adamdır çünkü. Kaç yıkım görürse görsün, sahip olduklarını bin defa yitirsin eğer hayali işliyorsa ve bir "rüya"sı varsa insanın, korkulur (!) ondan. Yitirmemiştir hiçbir şeyini. Ve yeni baştan, yeni baştan kurmaya soyunabilir her an. Hayalleri olan, kabullenmez halihazırı. Değişmek ve değiştirmek ister, bir gün mutlaka... Hayali olanın umudu vardır çünkü, başka dünyalara özlemi vardır.
Hayallerimizi kuşatmak, rüyamızı parçalamak ve bizi yalnız bugünün dar hendesesinde boğmak istiyorlar. Geçmişsiz ve geleceksiz; yalnız yaşamış olmak için yaşamamızı... "Yarın"ımızı da çalmanın tek yolu bu çünkü...
Ve son söz: "Hülyası kalmayınca hayatın ne zevki var?."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)