7 Ocak 2008 Pazartesi

NEY OLUP AĞLAMAKTIR EN GÜZEL DUAMIZ


Dinle neyden ki hikâye etmede, Hep ayrılıktan şikayet etmede Mevlânâ’nın mesel dünyasında, ney insanı temsil eder. İnsan da, tıpkı ney gibi, içinde nefes saklamaktadır. İnsanın her sözü, bir özleyişin ve bir ayrılığın ifadesidir. İnsanın iç çekişleri, aslından ayrı olmanın hüznünü, yuvadan uzak olmanın sancısını yansıtır. Kamışlıktan kopardıklarından beri beni, Feryadım ağlatır her kadını ve erkeği. Kamışlık neyin anayurdu ve evidir. İnsan da tıpkı ney gibi cennetten, yani yuvasından ayrılmıştır. Kalbinin ebedî muhabbetle doyduğu cennetten dünya gurbetine sürülmüştür. İnsan kalbi, tıpkı ney gibi, fena ve zevalin, ayrılık ve yokluğun yaşandığı bu dünyada, inceden inceye feryad etmektedir. İnsan ruhu olması gereken yerde değildir; geçmişe ait hüzünler ve geleceğe ait kaygılar, aslında hep bu uzaklığın sözsüz ve sessiz ağlayışından ibarettir. Ayrılık parça parça eyledi sinemi, Anlaşılır eyleyeyim diye aşk derdini. İnsan duyguları göğsünde açılan yaralar gibidir. Tıpkı neyin göğsündeki deliklere benzer duygular. İnsana üflenen ruh da, bu deliklerle ifade eder kendini. Evden uzak kalmanın derdi, Ebedî Sevgili’den ayrı düşmenin sızısı, insanın kalbinden dışa doğru açılan duygularla sese gelir, söze dökülür. Her kim ki, aslından uzak ve ayrı kalırsa, Kavuşma zamanını bekler durur ya. İnsan, En Sevgili’den uzak olup asıl yurdundan ayrı kaldıkça, kalbi hep bir buluşmanın ardı sıra koşar. Kalbi gurbete razı olmaz, ruhu ayrılığa dayanamaz. Dünyaya razı değildir; sevince ebediyen sevecekmiş gibi sever insan. Sevdiğini, hiç ölmeyecekmiş farzedip öyle sever. Sınırlı bir zamanda sevmek, ölünceye kadar sevmek insan kalbinin işi değildir. Ölümlü dünyada her aşk yarım kalmıştır, belki hiç başlamamıştır insan için. Bir başka yerde, hiç ayrılmamak üzere kavuşacağı zamanı bekler durur. Çünkü onun yurdu burada değil ötelerdedir. Ben ki her cemiyetin ağlayanıyım, İyilerin de kötülerin de yârânıyım. İnsan, dünyada tamamlanmamışlık hissiyle yaşar, her daim eksiği vardır. Eksikliğini çektiği şeyler sayısınca özlemleri vardır. Erişmek istediği ufuklar kadar geniş idealleri vardır. Her nerede olursa olsun ağlar haldedir insan. İyiler de kötüler de aynı hal içredirler ki, hepsine sırdaştır neyin ağlayışı. Herkes kendince bana dost olmaya bakar, Sohbetimden sırlar öğrenmeye yol arar. Her insan, adını ne koyarsa koysun, bu derin ayrılığın sancısını çeker. Dile gelen her şikayet, kalbe düşen her hüzün, bu ayrılıktan kaynaklanır. Ayrılığın farkına varmayacak denli gafil olanlar da, ayrılığı inkâr edip bu dünyaya razı olanlar da, başlarını kalplerini bu ayrılık sızısından kurtaramazlar. İnsanlığın temel acıları değişmez; ama bu acıların sırrı da herkese açık değildir. Sırrım ağlayışımdan uzak değil gerçi, Ancak her göz ve kulağa âşinâ değil ki. Aşkın sırrı, ötelere aşina olanların kârıdır. Gördüğünü gördüğünden ibaret bilen, duyduğunu duyduğundan ibaret bilen gözler ve kulaklar öteleri görmeye hazır değildir. İnsanın ağlayışının sırrını, insanın tamamlanmamışlığının hikmetini, ancak gördüğüne razı olmayan gözler görebilir, duyduğundan ötesini duymak isteyen kulaklar işitir. Feryat herkesin kulağına erişiyor, ağlamanın göz yaşı herkesin gözüne değiyor ama sır gözün gördüğünden ve kulağın duyduğundan ötededir. Can ile ten gizli değil birbirinden, Lâkin canı görmeye izin yok tenden. Bu âlem ruh ile cesedin birlikte olduğu, mânâ ile maddenin eş olduğu bir âlemdir. Görünmeyen gayb âlemi görünen şehadet âlemine komşudur. Ancak alemdeki her şeyi bir başkasını gösterir bir harf olarak görmeyen için gaybı görmeye izin yoktur. Oysa, görünen alem görünmeyene şahit olmak için yaratılmıştır. Ancak tende kalıp canı aramayan, görünen alemin şahitliğine perde olmaktadır. Neyin sadâsı ateştir hava sanma, Kimde bu ateş yoksa yazık ona. Ney, ayrılığın acısını seslendirmededir; o halde ona söylettiren hava değil ayrılığın ateşidir. Bu ateş olmasaydı, ney böylesine ağlamazdı. Gurbette olduğunu farketmeyen için de ayrılık ateşi diye bir şey yoktur; sılayı özlemeyenin sesi sedâsı çıkmaz. Sevgili’den ayrılık derdi olmayanın diline yakarış değmez. Sürgün olduğunu bilmeyen ateşsiz ve heyecansızdır; onun dudağına aşkın sözü erişmez, onun kalbine aşkın ateşi düşmez. Neyin tesiri aşk ateşinden, Şarabın hâli aşk cilvesinden. Şarab, yaratılışı temsil eder Mevlânâ’nın mesel dünyasında. Serap gibi aldatıcı değildir şarab. Yokluk acısı serap gibi ümitsiz bir acı verir. Varlık ise, Sevgili’ye yakınlığı haber veren ümit dolu bir hüzün verir. Zaten bütün bir alemin coşkusu, zerre zerre hareket etmesi de, Sevgili’ye erişmenin, O’na dönmenin cilvesindendir. O’ndan gelip O’na gitmenin heyecanıdır kâinatı velveleye veren. İnsana bu heyecandan daha fazlası düşmüştür; onun kalbinde aşkın heyecanından fazlası, yani aşkın ateşi vardır. Cilveyi besleyen ateştir, hareketi sağlayan ateştir. Yârden ayrılmışın derdiyle dertlendi ney, Kavuşmanın önündeki perdeleri parçaladı ney. Ayrılık derdinin kendisi, kavuşmanın devasıdır. Çünkü aramadıkça bulunmaz. Bizi dertsiz eyleyen her türlü rahatlık, bize ayrılığın acısını unutturan her türlü gaflet, asıl derdimizdir bizim. Ağlayışımız ve yakarışımız, özlemlerimiz ve arzularımız yaramıza devadır. Derdimiz devamınızın kendisidir. Dertsizliğimiz en büyük derdimizdir. Neyin ayrılık derdiyle dertlenmesi, Sevgili’yi gizleyen perdeleri yırtıp parçalıyor; duamızı dillendirdiğimiz anda gözümüze ve gönlümüze pencereler açılıyor. Ney gibi zehir ve tiryak olamaz, Ney gibi dost ve müştak olamaz. İnsanın ney gibi ağlayışı ve inleyişi, görünüşte bir zehirdir ama çareye götürdüğü için en güzel ilaç ve tiryaktır. Neyin inleyişine benzeyen dualarımız ve yakarışlarımız sayesinde Sevgili’nin yoluna düşeriz ki, yakarışlarımızın ne kadar dost ve müştak olduğunu gösterir. Ney kana bulanmış yoldan söz açar, Mecnun’un kıssasını anlatıp açıklar. Neyin sızısı kanlı gözyaşlarına konu olmuş bir aşk yolunun habercisidir. İnsan da, Sevgili’ye ulaşmak için kanlı gözyaşlarını dökmelidir. Mecnun gibi, Leylâ’nın yolunda çöllere düşüp, başka her şeyi yok bilmedikçe, bu aşkın hakkını vermiş olamayız. Şükür ki, bize düşen Leylâ değildir sadece. Leylâ’dan Mevlâ’ya yol vardır ki, Mevlâ’ya götüren Leylâ’lar da bizim çölümüzdür. Bu yüzden, Mecnun’dan çok daha fazlası beklenir Mevlâ’nın yoluna düşmüş olandan. Leylâ’ların hepsine “Lâ ilâhe” demeli ki, Mevlâ için “İllallah” diyebilsin.

AİLE İÇİ İLETİŞİME DİKKAT




Aile toplumun en küçük birimi olmakla beraber, toplumu en fazla etkileyen kurumdur. Aile kurumunun temel işlevlerinden biri de, ailedeki herkesin en verimli şekilde gelişimini yerine getirmektir. Gelişimin sağlıklı şekli, her bireyin ihtiyacını mümkün mertebede karşılamaktır.Aile içi iletişim de, bu ihtiyaçlardan biridir. Her ailede iletişim farklılıklar gösterir. Hepimizin kendi kişisel özelliklerimizden kaynaklanan iletişim biçimi vardır. İletişim biçimi farklı olsa da, önemli olan aile içi bireylerin birbirleriyle iletişim kopuklukları olmamasıdır. Önce ebeveynin aralarındaki iletişimin sağlıklı olması gerekir. Zira yuvanın huzur ve güvenliği çocuğun gelişimi ve ruhsal sağlığı için gereklidir. Anne–baba ihtiyaçları hakkında birbirleriyle ne kadar samimi, net, açık şekilde iletişim kurarlarsa çocuklar da bu oranda ihtiyaçlarını sağlıklı ifade edebileceklerdir.Ailenin sorunları gizli–saklı kalmayıp, konuşulabilecek müsait zemin oluşturulup, ortaklaşa çözüm yolları aranıyorsa sağlıklı aile iletişiminden söz edebiliriz. Yapılan bilimsel araştırmalar gösteriyor ki; yeni doğmuş bir bebekle ne kadar ilgilenilir, konuşulur, temas kurulursa, bebeğin duygusal gelişimi olumlu artış gösterir. Bebeğin dil gelişimine de iletişim katkıda bulunur. İletişimin temelinde yer alan dinleme ve anlatma, karşılıklı konuşmanın birbirinden ayrılmaz parçalarıdır. Eşler birbirlerine konuşma fırsatı verirken çocuklarına da böylesi fırsat vererek çocuğun önce kendini “birey” olarak algılamasına ve böylece ihtiyacı olan duygusal aktarımdan dolayı rahatlamasına imkân tanıyacaktır.Aile içi iletişimde diğer önemli nokta, “empati kurabilmektir”. Empati, kendimizi karşımızdaki kişinin yerine koyabilme hadisesidir. Meselâ çocuk oynarken oyuncağını kırdığında “Üzülecek ne var?” diyeceğimize, o oyuncağın çocuğumuz için ne kadar kıymetli olduğunu anladığımızı belirten cümleler kurmamız gerekir. “Oyuncağını çok sevdiğini ve buna üzüldüğünü anlıyorum” gibi. Etkin aile iletişimi için gerekli şartlardan biri de, aile faaliyetlerinin plânlanmasına çocukların da katkıda bulunmalarına, fikirlerini söylemelerine izin vermektir. Meselâ; babanın yaz tatilini nerede–nasıl geçirmek istediklerini tüm aileye sorması ve bu doğrultuda kararlar alması, herkese kendini daha iyi hissettirir.Sağlıklı iletişimin diğer koşulu da ses tonudur. Ses tonumuzu konuya göre ayarlamalıyız ki, sevgimiz hissedilsin, hayır’ımız dikkate alınsın. Aksi takdirde ısrar geliştiren çocuklara sahip olabiliriz. Ses tonundaki vurgu aslında çocuğa ne yapması gerektiğini de bir nebze olarak vurgular. İletişimde; yargılamadan başlamak, anlamaya çalışmak, sadece duymak değil, etkin dinlemek önemlidir.

a. Dinlerken fiziksel halimize dikkat etmemiz gerekir.

b. Çehremizi ona yöneltmek,

c. Dikkatli dinlemek,

d.Arada bir kendisini dinlediğimizi ifade eden mimikler kullanmak,


e.İletişimde bulunduğumuz kişinin karşısına oturmak,

f. Konuşurken müdahale etmemek,

g.Duygusal cümlelere dikkat etmek ve bunu anladığını gösteren ifadeler kullanmaya çalışmak önemlidir.

Unutmayalım ki; iletişim başkasını olduğu kadar kendimizi de anlama aracıdır. Ne kadar olumlu iletişim varsa, o kadar kendimiz ve ötekiyle barışığız demektir

31 Aralık 2007 Pazartesi

NAMAZ KADINA BENZETİLEBİLİR Mİ ?


“Namaz ve kadın” diye bir bahis açmak, neresinden baksanız, ürkütücüdür. Yaklaşık 15 yıldır bilgisayarımın “bir gün gelir, yazılır” klasöründe “namazı kadın gibi sevmek” başlığı bu ürküntüyle bekledi. Başlığı İbn Arabî’nin Füsûs okumalarıyla derinleşen dumanlı gecelerin birinin sabahında atmıştım zihnime. Şeyh-i Ekber, insanın kokuya ve kadına doğru akışını, Rabbine doğru akışın paraleline koyarak tefekkür ediyordu. “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi...” hadisine göre, koku da, kadın da, namaz da Rabbe akışın duraklarıydı. Öyle ya; güzel koku ve kadın insana kendinden ötesini vaad eder; koku da, kadın da olduklarından fazladırlar her zaman. Ancak hadiste öteleri vaadin ille de namazda kristalleştiğini görürüz; Resûlullah (sas) namazı bir kenara ayırmış ve onu “gözümün nuru” diye nitelemiştir. Göz ki, her zaman kendi sınırları içine sığdırılamayacak bir edim içindedir; görmek ister. Işığa tutunur her daim; ışıktan ellerini uzaklara, ötelere atar sürekli. Kapatamazsınız gözü; fiziksel olarak uyum içinde olsa da, göz kapağının ardında kalmaya razı edemezsiniz. “Göz nuru” gözün gördüklerinin ötesine çağırır bizi. Gözün elinden tutar nur, ötelere taşır/ır. İtiraf etmeliyim ki, “kadın” deyince benim aklıma da ilk olarak “eş/sevgili” gelmişti. Sonradan fark edecektim ki, “kadın” kız çocuğumuzdur da, kız kardeşimizdir de, anamızdır da. Önce benzetmenin en nazik boyutunu, “eş/sevgili” olarak “kadın”ı açayım. Varlığında da, yokluğunda da çekimindeyizdir eşin/sevgilinin. Yokken onu ararız, bulduğumuzda da ona varırız. Namazla aramızdaki ilişkide de böylesi bir arayış/buluş/varış titreşimi vardır. Namaz kılmıyorsak bile, namazın kokusu her an yanımızda yöremizde dolaşır; her ezan sesi bizi tembelliğimizden ayartır. Onu bulduğumuzda da, gidiş gelişlerimiz bitmez, salınımlarımız durulmaz. Vakti gelince onun dizi dibinde oluruz ama vakit aralarında da onun etrafında dolanırız. Gözümüze yabanlıklar girse de, kalbimizi başka türlü hasretler çekiştirse de, sonunda onun kucağına varırız, hasretimizi onun yüzünde yatıştırırız. Namazla ilişkimizin sığlığı/derinliği de kadınla ilişkimiz üzerinden anlaşılabilir. Eşimizle ilişkimizin bir görünür ve görünmez yanları vardır. Görünür yanında, onun eşimiz olduğunu herkese ilan ederiz. İlişkimizin mahrem/derin yanını kimseler bilmez; kimseler ölçemez, kimseler görmez. Birini namaz kılarken görüntüleyebilirsiniz; bir kalıp içinde durur namazda insan. Secde, secde gibi görünür herkeste, rükû da rükû gibi... Ancak, secdenin kalıptan içeri nasıl sızdığını kimseler göremez; kalbin secdeye varışını kimse kalıba dökemez. Orası mahremdir, gizli saklıdır; içine doğru açılır insanın. Rükûların cismi eğerken, ruhu nasıl doğrulttuğu resmedilemez; görüntüye gelmez. Namaz, eşimiz gibi görünenin altında görünmeyeni besler ve büyütür. Namazın günün belli vakitlerinde bizi köşeye çekmesi de kadınsı bir edâ saklar içinde. Gündelik telaşlar içinde koşuşturan, kendince öncelikler içinde boğulan, hızın ve hazzın sığlığında savrulan erkeği, kadını zaman zaman köşeye çeker; “Bir konuşsak!” der. Namaz da biraz öyle değil mi? Yangınlarımızın söndüğü, telaşlarımızın durulduğu sakin bir köşede bekler bizi. Namazla aramızda, ana-çocuk gibi, asimetrik bir ilişki vardır; karşılık beklemez bizden. Yanında olmamız için şart koşmaz. Belki biz haylazlığımızdan onu terk ederiz ama onun bizi terk ettiği vaki değildir. Dönüşümüzü bekleyen hep o olur. Kırıklarımızı yüzümüze vurmaz; eksiğimizle ayıplamaz bizi. Acizliğimizi bilir; elimizden bir şey gelmemesi daha çok hoşuna gider gibidir. Fakrımızı bilir namaz, elimizde bir şey olmadığını herkesten çok o görür. Biz ağladıkça, bize verdiği artar. Biz acıktıkça, bize sunduğu çoğalır. Bedenimizle varırız namaza; ama o ruhumuzu da sarıp sarmalar. Bedenimizden sâdır olan cümle günahları hiç tiksinmeden temizler, hiç yüksünmeden aklar. Kızımız gibidir de namaz. Gözlerinde umutlar saklar, saçlarında sonsuz şefkatin nesimini besler. Göründüğünden büyüktür, yüzünün kıvrımlarında ummadığımız mutluluklar besler. Bizi bizden sonrasına taşır; bizi varlığımızdan fazlasıyla karşılar, sevindirir, kucaklar. Her kadının masum bir bebeğe/temiz bir nefese sancısı, her çiçeğin güzel bir kokuya heveslenmesi/zarif bir dokuyla görünmesi, her kıyamın/selamın bin günahı er/itmesi gibidir namaz.

YORUM YOK


BURADAN BİR YERE YOL YOK







yolcunun ayak izi bellidir
-kimdir bu yolunu yitiren, bu bilinmeyen yol-
ne kat ediyor?
bu yolculukta, bu yolda ne arıyor o?
bu çölden arzu kentine bir yol var mı?
-sevginin ak kucağında
tanrısının seher yağmuruyla el yüz yıkayan kente
şu andan itibaren ezelin
aşk mehtabının eteğinde
rahat uyuyan şehre
alemin efsanesinin güzel kötü bir şehrine
hayal parmağı onun güzel çehresinden sildiği
nerede? ey yolunu yitiren yolcu
-gel dön
bu çölde kimseye aşina değil bir şey ölümden başka,
harmandan başka
gel, dön artık, ey yol garibi!
görmüyor musun orada
-kuru tek ağacın sığınağında
zırh garip kalmış, sessiz yolcu öldü
ve soğuk gözlerinde
-müphem ve hayran bakışında
binlerce umut goncası saçıldı.
Görmüyor musun hasretten
“Behrami avının kemendi atıldı”
ve ecelin elindeki bir elle
-şu kuru tek ağaçta
bu yolu kat eden herkesin yazgı sözü kazındı:
“ben kat ettim bu çölü, ne Behram, ne Güreş.”
Nerede ey yolunu yitiren yolcu


*Bu şiir “Garip Yolcu [Yola Batan]” adıyla da bilinir.(ALİ ŞERİATİ)

HAYAL ETTİĞİN MÜDDETÇE




Ömrünün bir yarısı "rüya"sını kurmakla, öbür yarısı çatlayan rüyayı tamir etmekle geçer insanın. Hayat sergisinin en trajik ve en kalıcı fotoğrafları, muhteşem "yapma"ları ve şeytanca "yıkma"ları gösteren karelerdir.
Baharın ve hazanın fotoğrafları... Birileri hep baharın işçisidir, ötekiler karakışın ve karanlığın.Ve hakikatin parıldayan yüzü: "İnsan yeryüzüne dünyayı güzelleştirmek üzere gönderilmiştir." Dünya durdukça bahar işçilerinin "yapma" ameliyesi sürecektir.
Bu, çatlayan ne ilk rüya ne de son...
Hayat, her sabah "yeniden başlama" aşkıyla anlam kazanıyor. Her sabah yeni bir rüya ile uyanmakla... Ebedi bir rüyanın peşine düşmek ve sarsıldıkça yeniden doğrulmak, düştükçe toparlanıp kalkmak sonra yeniden, yeniden tazelenen bir aşkla sarılmak hayata ve hülyaya... Ne güzel! Istırapların beslediği adam Dostoyevski: "Hayatı sevmeyi ancak acı çekerek öğrenebiliriz." Hayatı ve aşkı ve kurduğumuz rüyayı ancak acı çekerek ölümsüz kılabiliriz, bedelini ödeyerek yaşatabiliriz onları. Biz de, baharın ve aşkın salikleri, acıların içinden geçtikçe çoğalır, olgunlaşırız. Şöyle buyurur "kendisi ile savaşanlar"dan biri olan Hölderlin: "Istıraba adım atan kimse, yükselir."
Hülyasız yaşamak mı yoksa acıların, yıkılışların içinde bile gün hazinesi bir rüyanın parıltısını görmek mi? Peşine düşeceği bir hayali olmamanın ve yalnız yaşanan günlerin gel-giti içinde kaybolmanın ölümden farklı ne anlamı var? Ebedi bir yok oluşu mu istersin ey gönlüm; yoksa cehennemde bile olsa yaşamayı mı? Elbette yaşamayı... Cehennem bile olsa, bir gün oradan kurtulma umuduna tutunarak yaşamayı... Dimitri Karamazov, o suçsuz mahkum, zincirlerine rağmen, ciğerlerinin olanca kuvvetiyle haykıracaktır: "Sırf şunu söyleyebilmek, yalnızca "Varım" diyebilmek için bütün acılara katlanacağım. Sehpa üzerinde ne kadar acı çekersem çekeyim, "var olduğumu" biliyorum; bir kadırga üzerinde ayağımda zincirlerle kürek çekerken bile hiç değilse yaşarım ve yaşadığımı, var olduğumu bilirim."
Yaşamak, bir "hülya" ile anlam kazanır ancak. İçine doğulacak ve peşinden gidilecek bir hülya ile... Hayat, içine sığdırdığı hülyalar kadar derin ve değerlidir. Hülyası olmayanın hayatı da yoktur aslında. Anlamlı, iz bırakacak bir hayatı yoktur. Hayalinin perdeleri kapandığı gün ölür insan. Dünyayı ve olup biteni görünen haliyle kabullenir, aşkın bir hayatı, başka dünyaları özlemezse tükenişi, yok oluşu, adsız bir hayatı seçmiş demektir.
Şu ne kadar açık, ne korkutucu: Adsız bir hayat sürmemizi istiyorlar bizim... Hayal kurmayı unutturmak istiyorlar. Muktedirlerin en korkulu rüyası, hayalleri olan adamdır çünkü. Kaç yıkım görürse görsün, sahip olduklarını bin defa yitirsin eğer hayali işliyorsa ve bir "rüya"sı varsa insanın, korkulur (!) ondan. Yitirmemiştir hiçbir şeyini. Ve yeni baştan, yeni baştan kurmaya soyunabilir her an. Hayalleri olan, kabullenmez halihazırı. Değişmek ve değiştirmek ister, bir gün mutlaka... Hayali olanın umudu vardır çünkü, başka dünyalara özlemi vardır.
Hayallerimizi kuşatmak, rüyamızı parçalamak ve bizi yalnız bugünün dar hendesesinde boğmak istiyorlar. Geçmişsiz ve geleceksiz; yalnız yaşamış olmak için yaşamamızı... "Yarın"ımızı da çalmanın tek yolu bu çünkü...
Ve son söz: "Hülyası kalmayınca hayatın ne zevki var?."

25 Aralık 2007 Salı

KELEBEĞİN HİKAYESİ


Bir gün, kırlarda gezintiye çıkan bir adam, kenara oturduğu otlardan birinin dalında , küçük bir kozanın varlığını fark etti. Koza ha açıldı ha açılacak gibiydi. Adam , bunun bir kelebek kozası olduğunu tahmin ediyordu. Böyle bir fırsat bir daha ele geçmez diye düşündü; ve bir kelebeğin dünya yüzü gördüğü ilk dakikalara şahit olmak istedi. Dakikalar dakikaları kovaladı , saatler geçmeye başladı , ama henüz kelebeğin küçük bedeni o delikten çıkmadı. Sanki , kelebeğin dışarı çıkmak için çaba harcamaktan vazgeçmiş olabileceğini düşündü. Sanki kelebek elinden gelen her şeyi yapmış da , artık yapabileceği bir şey kalmamış gibi geldi ona. Bu yüzden , kelebeğe yardımcı olmaya karar verdi: cebindeki küçük çakıyı çıkarıp kozadaki deliği bir cerrah titizliğiyle büyütmeye başladı. Böylece , bir-iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük , kanatları buruş buruştu. Adam kelebeği izlemeye devam etti; çünkü kanatlarının her an açılıp genişleyeceğini ve narin bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu. Ama bunlardan hiçbiri olmadı. Kelebek , hayatinin geri kalanını , kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi. Ne kadar denese de , asla uçamadı. Adamın bütün iyi niyetine ve yardımseverliğine rağmen anlayamadığı şey , kozanın kisitlayiciliginin ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten dışarı çıkmak için gereken çabanın , Allah’ın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede kozanın kisitlayiciligindan kurtulduğu anda onun uçmasını sağlamak için seçtiği bir yol olduğuydu. Bu gerçeği öğrendiğinde , hayat boyu unutamayacağı bir şey de öğrenmişti: Bazen , hayatta tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey , çabalardır. Eğer Allah , hayatta herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi , o zaman , bir anlamda sakat kalırdık . Olabileceğimiz kadar güçlenemezdik o zaman . Ve asla uçamazdık