31 Aralık 2007 Pazartesi

HAYAL ETTİĞİN MÜDDETÇE




Ömrünün bir yarısı "rüya"sını kurmakla, öbür yarısı çatlayan rüyayı tamir etmekle geçer insanın. Hayat sergisinin en trajik ve en kalıcı fotoğrafları, muhteşem "yapma"ları ve şeytanca "yıkma"ları gösteren karelerdir.
Baharın ve hazanın fotoğrafları... Birileri hep baharın işçisidir, ötekiler karakışın ve karanlığın.Ve hakikatin parıldayan yüzü: "İnsan yeryüzüne dünyayı güzelleştirmek üzere gönderilmiştir." Dünya durdukça bahar işçilerinin "yapma" ameliyesi sürecektir.
Bu, çatlayan ne ilk rüya ne de son...
Hayat, her sabah "yeniden başlama" aşkıyla anlam kazanıyor. Her sabah yeni bir rüya ile uyanmakla... Ebedi bir rüyanın peşine düşmek ve sarsıldıkça yeniden doğrulmak, düştükçe toparlanıp kalkmak sonra yeniden, yeniden tazelenen bir aşkla sarılmak hayata ve hülyaya... Ne güzel! Istırapların beslediği adam Dostoyevski: "Hayatı sevmeyi ancak acı çekerek öğrenebiliriz." Hayatı ve aşkı ve kurduğumuz rüyayı ancak acı çekerek ölümsüz kılabiliriz, bedelini ödeyerek yaşatabiliriz onları. Biz de, baharın ve aşkın salikleri, acıların içinden geçtikçe çoğalır, olgunlaşırız. Şöyle buyurur "kendisi ile savaşanlar"dan biri olan Hölderlin: "Istıraba adım atan kimse, yükselir."
Hülyasız yaşamak mı yoksa acıların, yıkılışların içinde bile gün hazinesi bir rüyanın parıltısını görmek mi? Peşine düşeceği bir hayali olmamanın ve yalnız yaşanan günlerin gel-giti içinde kaybolmanın ölümden farklı ne anlamı var? Ebedi bir yok oluşu mu istersin ey gönlüm; yoksa cehennemde bile olsa yaşamayı mı? Elbette yaşamayı... Cehennem bile olsa, bir gün oradan kurtulma umuduna tutunarak yaşamayı... Dimitri Karamazov, o suçsuz mahkum, zincirlerine rağmen, ciğerlerinin olanca kuvvetiyle haykıracaktır: "Sırf şunu söyleyebilmek, yalnızca "Varım" diyebilmek için bütün acılara katlanacağım. Sehpa üzerinde ne kadar acı çekersem çekeyim, "var olduğumu" biliyorum; bir kadırga üzerinde ayağımda zincirlerle kürek çekerken bile hiç değilse yaşarım ve yaşadığımı, var olduğumu bilirim."
Yaşamak, bir "hülya" ile anlam kazanır ancak. İçine doğulacak ve peşinden gidilecek bir hülya ile... Hayat, içine sığdırdığı hülyalar kadar derin ve değerlidir. Hülyası olmayanın hayatı da yoktur aslında. Anlamlı, iz bırakacak bir hayatı yoktur. Hayalinin perdeleri kapandığı gün ölür insan. Dünyayı ve olup biteni görünen haliyle kabullenir, aşkın bir hayatı, başka dünyaları özlemezse tükenişi, yok oluşu, adsız bir hayatı seçmiş demektir.
Şu ne kadar açık, ne korkutucu: Adsız bir hayat sürmemizi istiyorlar bizim... Hayal kurmayı unutturmak istiyorlar. Muktedirlerin en korkulu rüyası, hayalleri olan adamdır çünkü. Kaç yıkım görürse görsün, sahip olduklarını bin defa yitirsin eğer hayali işliyorsa ve bir "rüya"sı varsa insanın, korkulur (!) ondan. Yitirmemiştir hiçbir şeyini. Ve yeni baştan, yeni baştan kurmaya soyunabilir her an. Hayalleri olan, kabullenmez halihazırı. Değişmek ve değiştirmek ister, bir gün mutlaka... Hayali olanın umudu vardır çünkü, başka dünyalara özlemi vardır.
Hayallerimizi kuşatmak, rüyamızı parçalamak ve bizi yalnız bugünün dar hendesesinde boğmak istiyorlar. Geçmişsiz ve geleceksiz; yalnız yaşamış olmak için yaşamamızı... "Yarın"ımızı da çalmanın tek yolu bu çünkü...
Ve son söz: "Hülyası kalmayınca hayatın ne zevki var?."